Çoğunuzun benden dinlemiş olduğu bir öykü var ya… Onunla başladı her şey.
Gece. Kapkaranlık okyanusun ortasında, sessizce ilerleyen devasa bir transatlantik. Kaptan bir ışık görür ve herhangi bir kazaya yol açmamak için ışıklarını yakıp söndürerek işaret verir:
“Çekil yolumdan!”
Işıktan cevap gelir: “Sen çekil.”
Kaptan hafif sinirlenir, tekrar işaret çakar : “Sen çekilmek zorundasın, ben büyüğüm!”
Gitgide yaklaşmakta olan ışıktan hemen cevap gelir : “Sen çekilmek zorundasın.”
Kaptan deniz kurallarını hatırlatır: “Derhal çekil, yol ver. Ben bir transatlantiğim.”
Işık cevaplar : “Ben bir deniz feneriyim!”
Bu öykü çevremizde değişip duran koşullara uyum göstermeye karşı direncimizi, hep başkalarının değişmesini istememizi anlatır. Ben de pek severim anlatmayı. Çok anlatmış olmalıyım ki….
Geçtiğimiz bahar aylarında, üye olduğum fotoğraf sitelerinden birinde gördüğüm bir fotoğrafa aşık oldum. Masmavi deniz ve kırmızı şapkalı, kırmızı beyaz çizgili bir deniz feneri. “İşte! Websitemin açılış sayfasında bu olmalı!” dedim ve websiteme yükledim. Sonra da heyecanla Peter’a gösterdim. Gayet sakince, hevesimi de kırmamaya çalışarak, “Fotoğraf güzel, ama seni ve yaptığın işi anlatan bir kare değil. Sen yine kendi fotoğrafını kullanmalısın bence,” dedi. Ben de kös kös indirdim ön sayfamdan. Sonra da, o websitemi şimdiki siteme yönlendirdim. Arada sırada feneri bilgisayarımda gördükçe, anlattığım öykü ile birlikte bültenimde yayınlama isteği geçiyordu içimden. Bir türlü olmadı.
(Foto: Nick Diamantidis)
Ekimde İngiltere’ye eğitim almaya ve Enerji Konferansına konuşmacı olarak katılmaya gittim. İlk iki gün tek başıma, son üç gün ise Peter ile birlikte uzun yürüyüşlerle Eastbourne’u tanımaya çalıştım. Ülkenin güneyinde, zamanın durduğu, yazın çok kalabalık, kışın çok sakin olduğu, sıra sıra oteller ile kaplı bir konferans kenti Eastbourne. Brighton’a yakın bir yerleşim. Tıpkı Brighton gibi, uzun ve nostaljik bir sızlama yaratan bir iskelesi var. Denizin açıkları Fransa’ya bakıyor. Sahili çakıllarla kaplı ve gelgit nedeniyle deniz bir yakınlaşıyor, bir uzaklaşıyor.
Son gece, konferansın diğer konuşmacıları “Haydi, Beachy Head’e gidelim, yemeğimizi oradaki ‘pub’da yiyelim” dediler. Biz de bir taksiye atladık, Beachy Head’de onlara katılmak üzere. Yüksekçe bir yermiş. Uçurumlar varmış! Taksiyi beklerken resepsiyondaki kız, intihar etmek için ideal yer olarak anıldığını söyledi. “Hatta bir kayanın ucuna yatarak aşağı bakarsanız, yıllardır enkazı kaldırılmamış olan arabayı da görebilirsiniz” dedi. “Neme lazım!” diye bağırasım geldi.
Vardığımızda Sandra Hillawi, Barbara Saph ve deli dolu Jorge Vence ile vurduk kendimizi serin rüzgarlı çayırlara. Ben aceleyle, günün son ışıklarını kaçırmamaya çalışarak fotoğraf çekmeye devam ederken, biraz çekinerek de olsa, uçurumun kenarına şöyle bir uzandım. Bir de ne göreyim! Benim websiteme yüklediğim o deniz feneri! İnanamadım, ama işte, yüreğime düşen kırmızı beyaz şeritli deniz feneri oradaydı, tam karşımda.
Dikkatini verdiğin anda, duyguların da varsa ve sonra dikkatini çektiysen, odaklanmayı bıraktıysan, o olasılık gerçekleşebiliyor, artık iyice inandım buna.
Evet, fotoğraflar burada. Aradaki fark, benimkinde akşamüstü, denizin çekilmiş olması, o güzelim fotoğrafın ise çok daha iyi ışıkta, deniz geri gelmişken, kaliteli bir makineyle çekilmiş olması.
Sanırım konferansta konuşmayı da böyle istemiştim ben. Aklımdan geçirip, “Kimbilir, belki bir gün…” diye düşünüp bırakmış olmalıyım.
İngiltere, değişimin habercisi. Ne kadar sevimli olsa da, deniz feneri olmak istemiyorum. Karanlık ve aydınlık günlerde özgürce seyreden bir transatlantik olmak ve sürekli değişebilmek, gelişebilmek ve insanlara ulaşabilmek varken.
Yeni yorumlar